Peki, Rasûlullah Efendimiz’in (S.A.V.) âile yuvası nasıldı?
O yuva, öyle huzur ve güzellik dolu bir yuvaydı ki, orada günlerce sıcak bir yemek pişmediği hâlde, o ocağın her köşesinden burcu burcu saâdet râyihaları yükselirdi. Üstelik o mukaddes yuvada hanımların odası, ancak başlarını sokabilecekleri küçük bir mekândan ibâretti. Ancak o yuvanın en lezzetli rızkı; rızâ, sabır ve teslîmiyetti. Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in âile hayatında uyguladığı usûller, onların kalplerini sonsuz bir bağlılık, hürmet ve muhabbetle doldurmuştu.
Şu bir hakîkattir ki, hiçbir hanım, efendisini; vâlidelerimizin Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e olan sevgileri derecesinde sevemez. Hiçbir bey de, hanımını; Allah Rasûlü’nün, mübârek hanımlarına olan muhabbeti ölçüsünde sevemez. Hiçbir evlât, babasını; Hazret-i Fâtıma’nın Peygamber Efendimiz’i sevdiği kadar sevemez. Hiçbir baba da evlâdını, Allah Rasûlü’nün Hazret-i Fâtıma’yı sevdiği kadar sevemez.
Bir düşünelim, dedelerimiz, ninelerimiz mi daha mesuttu, bugünün insanı mı?
Ki eskiden, hayatın gündelik meşakkatleri açısından ele alacak olursak, meselâ o zamanlar bir çamaşır makinesi yoktu. Anneler bütün çamaşırları teknede ve elde defalarda çitileyerek yıkıyorlardı. Doğalgaz yoktu, evler kömürlü sobalarla ısıtılıyordu. Kömürü taşımak bir meşakkat, yandıktan sonra külünü boşaltmak ayrı bir meşakkatti. Buzdolabı yoktu. Sıcak havalarda serinlemek için, kuyulara su testileri sarkıtılıyordu. Yemekler maltızlarda pişiriliyordu. Bulaşık makineleri yoktu.
Yine pek çok hususta farklı farklı meşakkatler vardı. Fakat buna rağmen yüzlerde tebessüm, gönüllerde rızâ hâli, dillerde şükür, bunun neticesinde de âilede huzur ve kalbî beraberlik vardı. Bütün ev halkı, hamd ve şükür içerisinde Allâh’a secde ediyordu. Herkes, âile fertlerinin kendisine ilâhî bir emânet olduğu şuuruyla birbirinin hakkına riâyet ediyor, “önce ben” demek yerine “önce eşim, önce çocuğum, önce ebeveynim” diyebilen, diğergâm, fedakâr, hizmet ehli ve muhabbet dolu bir ruh dünyası içinde yetişiyordu. Âile, o ruh dünyası içinde bir bütündü.
Anne, üzerine düşen vazifelere dikkat ediyor; maddî imkânları hangi seviyede olursa olsun hâlinden şikâyet etmiyor, topluma iyi yetiştirilmiş bir insan kazandırabilmenin gayretiyle evlâtları için çırpınıyordu.
Baba, âilesinin hukûkuna dikkat ederek onlara sahip çıkıyor, maddiyatlarından ziyâde bilhassa mâneviyatlarına ehemmiyet vererek onları birlik-beraberlik içinde tutuyordu.
Çocuklar ve gençler, âileye sadâkat hâlinde bulunuyordu.