Medeniyetin Karanlık Yüzü: Refahı Çürüten Konfor

Gökdelenlerin gölgesinde giderek yalnızlaştığımız, sosyal medyanın oluşturduğu yankı odalarında kutuplaştığımız bir çağda yaşamaktayız. Bu yalnızlaşma ve kutuplaşma, toplumsal bağların çözülmesine ve ortak bir gelecek tasavvurunun giderek zayıflamasına yol açmaktadır. Peki, bu toplumsal yorgunluğun ve çözülmenin kökenleri ne olabilir? 14. yüzyılın büyük düşünürü İbn Haldun, başyapıtı Mukaddime‘de devletlerin ve medeniyetlerin yükseliş ve çöküşünü incelerken, modern dünyanın da en temel sancılarından birine parmak basmıştı: Şehir hayatı, getirdiği konfor ve lüksle birlikte, toplumu ayakta tutan temel ahlaki erdemleri ve sosyal bağları nasıl aşındırır? İbn Haldun’un “Bedevi ahlakını koruyarak şehirleşmek mümkün mü?” sorusu, bugün mega kentlerin gölgesinde yaşayan bizler için her zamankinden daha anlamlı. Tüketim kültürü, bireyselleşme ve sosyal yabancılaşma gibi kavramlarla boğuşan 21. yüzyıl, İbn Haldun’un teorilerini yeniden okumayı zorunlu kılıyor.
Batılı tarihçi Arnold J. Toynbee, İbn Haldun’u “kendi zamanının ve mekanının ötesinde, her türlü tarih felsefesinin en büyüğünü tasarlayan bir dahi” olarak tanımlarken, bu döngüsel çöküş teorisinin evrenselliğine dikkat çeker. Toynbee’nin “Medeniyetlerin Yükselişi ve Çöküşü” üzerine yaptığı kapsamlı çalışmalar, İbn Haldun’un formülünün sadece belirli bir coğrafya veya döneme ait olmadığını, aksine insan topluluklarının evrensel bir dinamiğini ortaya koyduğunu teyit eder niteliktedir. O halde bu formül tam olarak nedir ve modern hayatımızla ilgisi ne? Toynbee’nin bu değerlendirmesi, İbn Haldun’un düşüncelerinin yalnızca tarihsel bir merak olmadığını, aksine bugünün dünyasını anlamak için bir anahtar niteliği taşıdığını göstermektedir.
BEDEVİLİKTEN UMRAN’A: MEDENİYETİN PARADOKSU
İbn Haldun’un teorisinin kalbinde, anlaşılması güç ama hayati bir kavram yatar: Asabiyet. Bunu “dini bir dogma” veya “kan bağı” olarak değil, tamamen sosyolojik bir olgu olarak düşünmeliyiz. Asabiyet; bir spor takımının şampiyonluk için kenetlenmesi, zorlu bir projeyi bitirmeye çalışan bir ekibin ruhu veya bir ulusun bağımsızlık mücadelesindeki ortak iradesi gibidir. Kısacası, ortak bir amaçla birbirine bağlanmış insanların kolektif gücüdür.
İbn Haldun, bu “sosyal harcın” en saf halini, zorlu doğa koşullarında hayatta kalma mücadelesi veren “bedevi” (göçebe veya kırsal) topluluklarda gözlemledi. Sürekli tehdit altında olmak, kaynakların kıtlığı ve her an dayanışmaya muhtaç olmak, bu gruplar arasında sarsılmaz bir “biz bilinci” yaratıyordu. Cesaret, fedakarlık ve sadakat, romantik erdemler değil, hayatta kalmanın zorunlu koşullarıydı. İşte bu güçlü asabiyet, onlara yerleşik ve rehavete kapılmış şehirleri ele geçirip kendi devletlerini kurma enerjisini veriyordu.
Sorun tam da bu başarıdan sonra başlar. Kurulan düzen, şehir hayatını (umran) ve medeniyeti beraberinde getirir. Medeniyet; sanat, bilim, hukuk ve konfor demektir. Ancak İbn Haldun’a göre bu madalyonun bir de karanlık yüzü vardır. Ona göre şehir, asabiyeti yavaş yavaş eriten bir asit gibidir.
KONFOR NEDEN VE NASIL ÇÜRÜTÜR?
Franz Rosenthal gibi Mukaddime çevirmenleri ve Batılı sosyologlar tarafından yapılan analizler, bu sürecin psikolojik, ekonomik ve nesiller arası boyutlarını net bir şekilde ortaya koyar. Konfor, bir toplumu öncelikle psikolojik düzeyde dönüştürerek içeriden çürütür. Kolektif dayanışmanın ve ortak mücadelenin şekillendirdiği ‘hayatta kalma’ üzerine kurulu zihniyet, yerini ‘haz almaya’ bırakır. Bireylerin dayanıklılığı, tutumluluğu ve teyakkuz hali; konfor ve güvenliğin rehavetiyle gevşer. Bu “psikolojik yumuşama”, grup menfaati için fedakarlık yapma güdüsünün yerini kişisel tatmin arayışına bırakmasıyla sonuçlanır. Bu durum, sadece bir ahlaki değişim değil, aynı zamanda toplumsal savunma reflekslerinin de körelmesi anlamına gelir.
Bu zihinsel dönüşüm, ekonomik alanda kendini “yapay ihtiyaçlar” tuzağıyla gösterir. Konfor, temel ihtiyaçlar karşılandıktan sonra durmaz; sürekli olarak yeni ve lüks tüketim arzuları yaratır. Daha iyi yemekler, daha süslü kıyafetler gibi birer statü sembolü haline gelir.
Özünde konfor, bir topluma onu var eden temel erdemleri unutturduğu için bir zehirdir. Dayanışma, tutumluluk, cesaret ve kolektif sorumluluk gibi “kurucu değerler”, yerini bireycilik, israf, konfor düşkünlüğü ve kayıtsızlığa bırakır. Böylece medeniyet, dışarıdan bir düşmana bile gerek kalmadan, kendi başarısının ve zenginliğinin ağırlığı altında ezilerek çöker.