“Değerlerle Masallarımız” Serimiz Başlıyor: “Yapılacak Köprüler…”

09.10.2025
A+
A-
“Değerlerle Masallarımız” Serimiz Başlıyor: “Yapılacak Köprüler…”

Değerli Aile Gazetesi okuyucuları! Masal Anlatıcısı, Meddah ve Eğitimci Yazar Yusuf Duru ile “Değerlerle Masallarımız” serisi başlıyor. Yusuf Duru, unutulmaya yüz tutan Meddahlık geleneğinin sıcaklığıyla, aile içi iletişimi güçlendirecek ve çocuklarımıza değerlerimizi aktaracak birbirinden çeşitli masallarla sizlerle buluşuyor.

Keyifli Okumalar…

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Masal masal matiti, koştu geldi iki tilki, biri beyaz, biri siyah. Beyazın kuyuğunda siyah ben, siyahın kuyruğunda beyaz ben. Meğer bu tilkiler kardeşlermiş. Düştüm tilkilerin ardına, vardım yetiştim Hasan Dağına. Hasan Dağı aşılmaz, doğru yoldan şaşılmaz. Biz doğru yolumuzu bulduğumuza göre gelin yoldan şaşmadan masalımıza başlayalım.

Vakti zamanında, uzak diyarlardan bir diyarda tüm insanları neşeli, candan ve samimi bir şehir varmış. Bu şehirde herkes birbirini tanır, herkes birbirine yardım eder, kimse kimsenin kuyusunu kazmazmış. Şehrin merkezinde iş yerleri varmış elbette. Kimi iş yerinde ipek ticareti yapılır, kiminde keten ticareti, kiminde değerli taşlar alınır satılır, kiminde de baharat satışı yapılırmış. Hele bir Miskü Amber çarşısı varmış ki daha çarşı yerine gelmeden metrelerce öteden insanı mest eden kokuları etrafa yayılır, herkesi kendisine doğru çekermiş.

Bu şehre her gün kervanlar gelir, yüklerini boşaltır, birkaç gün dinlenir, yeni yükler alır ve bilinmeyen diyarlara doğru maceralı bir yolculuğa çıkarlarmış. Şehrin ahalisi ticaret kadar hayvancılığa da meraklıymış. Her evde mutlaka iki yada üç tane inek, birkaç koyun, ondan aşağı olmamak üzere tavuk, tavşan, kedi, köpek gibi hayvanlar bulunurmuş. Bu hayvanlar da sahiplerinin iyiliklerini çok iyi bilirler ve onların gösterdiği bu yakınlığa sadakatle bağlı kalır ve sahiplerine hizmet ederlermiş.

O ülkede insanlar birbiriyle uğraşmazlarmış. Birbirlerine kin beslemez, birbirlerinin kuyusunu kazmaz, kimse kimsenin hakkında dedikodu yapmaz ve yanlış bir şey söylemezmiş. Fırınlarında pişen ekmeklerin lezzetine doyum olmazmış. Pazarlarında satılan meyve ve sebzelerin tamamı o şehrin insanları tarafından yetiştirilir; çiftçilikle uğraşmayan, ticaret yapan insanların ihtiyaçlarına göre şehrin belli yerlerine kurulan pazar alanlarında uygun fiyatla satılır ve geçimlerini böylece sağlarlarmış.

Öyle her aklına esen, sattığı ürünün fiyatını arttıramazmış. Aklıselim hareket eder, herhangi bir şey yapacaksa Pazar Ağasına sormadan yapmazmış. Mahkemeleri adalet dağıtır, insanlar nerede bir düşkün, muhtaç görseler bütün varlıklarıyla onu kalkındırmaya, ona yardımcı olmaya çalışırlarmış.

O ülkede aşklar taptaze ve ilk günkü gibi yaşanır, sevgiler karşılıklı hissedilir; fedakârlıklar, herhangi bir bedel beklemeden, herkes tarafından yapılması gereken zamanda yapılırmış. Şehrin ve aynı zamanda ülkenin yöneticisi olan ve adına vali denilen zat, bu kadar huzurlu ve mutlu insanların olduğu bir ülkeyi yönetmenin rahatlığını her daim yaşar ve bunu da dile getirirmiş.

Hasılıkelam, bu şehir herkesin aradığı mutluluğun bulunduğu, bulunmakla kalmayıp yaşandığı bir şehirmiş. Bu şehrin hemen girişinde çok güzel ve süslü iki konak varmış. Bunlar, bir bahçe duvarının içinde, aralarında yürüyerek gidilip gelinecek kadar birbirlerine yakınmışlar. İki konağın üzerine kondurulduğu geniş mi geniş bahçenin tam ortasından küçük bir de ırmak geçiyormuş. İki kardeş, bu ırmağın üzerine bir köprü yaptırmışlar ve bu köprünün üzerinden birbirlerine gidip geliyorlarmış.

Büyük ağabey marangozluk yapıyor, küçük kardeş de mobilyacılık yapıyormuş. Her ikisinin de dükkânları yan yana imiş. Birbirlerine destek oluyorlar, yardım ediyor ve bereketli kazançlar elde ediyorlarmış.

Hayat böyle devam edip giderken bir gün aralarında incir çekirdeğini doldurmayacak kadar küçük bir mesele yüzünden bir tartışma çıkmış. Ne hikmetse her iki kardeş de aslında munis ve anlayışlı olmalarına rağmen bu olayda birbirlerine hiç anlayış göstermemişler. İkisi de alttan almamış; bağırıp çağırmışlar. Özellikle küçük kardeş, ağabeyisinin o kadar emeğine, yardımına ve yol göstermesine rağmen ağır ifadeler kullanıp dükkânı terk etmiş. Giderken de durup son kez arkasına baktı ve:

-Ne ölüme, ne dirime. Bundan sonra herkes kendi yoluna!

Diyerek öfkeyle kapıyı kapatıp çıkıp gitmiş. O günden sonra aileler de birbirleriyle görüşmemeye ve konuşmamaya başlamışlar. Aslında her iki kardeşin eşleri ve çocukları birbirleriyle çok iyi anlaşıyorlarmış ama ataların dediği gibi öfke gelince göz kararıyor, ne yaptığını, yaptığının nereye vardığını bir türlü tartamıyor insan.

Bu iki kardeş öyle bir küsmüşler ki birbirleriyle asla konuşmuyorlar, hatta birbirlerinin tarafına bile bakmıyorlarmış. Her gün bakımı yapılan bahçe bakımsızlıktan sararmış. Otlar, çiçekler solmuş; kuşlar cıvıldamaz olmuş, dere eski neşesiyle akmaz olmuş. Her iki konağın birbirlerine bakan cephelerinde bulunan pencerelere kalın perdeler asılmış ve asla açılmaması için talimatlar verilmiş.

Gel zaman git zaman, öfke de dinmiş elbet. Yalnızlık, her iki kardeşin de kalbine düşünce, pişmanlık da yavaş yavaş baş göstermiş. Büyük kardeş, sessiz gecelerde içini çekerek şöyle hayıflanırmış:

-Ben ne yaptım, babamın emaneti olan kardeşimi kırdım, incittim, haksızlık ettim…

Küçük kardeşin de içi içini yermiş. Ne zaman başını yastığa koysa, yüreği sızlarmış. O da kendi kendine şöyle dermiş:

— Ben nasıl yaptım bunu? Ne yaptım? Babamızdan sonra bana kol kanat geren, ağabeylikten öte babalık eden kıymetli ağabeyimi kırdım… incittim…

Ancak her ikisi de gururlarından bir adım atıp da birbirlerine yaklaşmıyor, özür dilemiyor, öylece üzüntü içinde ama küs olarak günlerini geçirip gidiyorlarmış.

Bir gün büyük ağabeyin kapısı çalınmış. Sabahın erken saatlerinde. Kapıyı açan büyük kardeş, karşısında tertemiz yüzlü, omuzunda çantası, elinde zenbili bir ihtiyar görmüş. İhtiyar tebessüm ederek:

— Selamün Aleyküm evladım, ben dülgerim. Evinizde yapılacak iş varsa yaparım. Çok para istemem, karın tokluğuna da çalışırım. Yeter ki iş olsun

Diye teklifte bulunmuş. Büyük kardeş önce bu adamı kovmayı düşünmüş. “Yok iş filan” deyip kapıyı yüzüne kapatmayı düşünmüş ama birden aklına bir fikir gelmiş. Hemen ihtiyar dülgere dönüp:

— Beni takip et
diyerek evin arkasında bulunan sundurmanın yanına götürmüş. Sundurmanın altında, üst üste yığılmış hayli çoklukta kereste varmış. Büyük kardeş bu keresteleri göstererek demiş ki:

— Bak ihtiyar, ben şimdi çarşıya gideceğim. Gelinceye kadar bu kerestelerle şu ırmağın bana bakan yakasına öyle geniş ve yüksek bir perde yapacaksın ki ben karşı konağı, konaktakileri görmeyeyim. Anlaşıldı mı?

İhtiyar dülger büyük bir nezaketle:

— Anlaşıldı efendim
Diyerek hemen işe koyulmuş. Ölçüler almış, elindeki metreyle çizimler yapmış, kâğıtların üzerine hesaplamalar yapmış ve işe başlamış. Bu sırada büyük kardeş de:

— Sana kolay gelsin
diyerek yarım ağızla veda edip çekilip gitmiş.

Dülger akşama kadar çalışmış. Hiç aralıksız hem de. Lakin ırmağın kenarına tahta perde yerine, ırmağın üstüne çok güzel süslemeleri olan, nadide işçilikli, çok güzel bir köprü yapıvermiş.

Tam işi bitirmiş ki büyük kardeş eve gelmiş ve hemen ihtiyar dülgerin yanına gitmiş. Yaptığı perdeyi merak ediyormuş. Evin arkasına gelmiş ki bir de ne görsün! Ahşaptan perde yok ama ırmağın üstünde, trabzanları ayrı oymalı, boyası ayrı güzel, çok kullanışlı güzel bir köprü duruyor.

Tam ağzını açmış, kızıp bağıracak ve ihtiyar dülgere “Niye işini düzgün yapmıyorsun?” diye azarlayacakken, bakmış ki küçük kardeşi gözyaşları içinde ağlayarak kendisine doğru geliyor. Hemen gelmiş ve abisinin eline sarılmış. Hem hıçkırıklarla ağlıyor, hem de:

— Benim temiz yürekli abim! Bunca hakaretime ve kötü sözüme rağmen yine büyüklük gösterdin. Benim yıktığım köprüyü sen en güzeliyle değiştirdin. Beni affet, senden binlerce kere özür diliyorum…

Diyerek abisinden af dilemiş. Sarılmışlar, barışmışlar, gözyaşları içinde birbirlerinin gönüllerini kırmaktan duydukları pişmanlıkları dile getirmişler.

Büyük ağabeyin aklına ihtiyar dülger gelmiş. Hemen elini cebine atmış ve ücretini fazlasıyla verdikten sonra:

— Baba, sen burada kal. Bizde iş bitmez. Bak, bizim müştemilatta kalırsın; bize yoldaş olur, akıl verirsin. Ne dersin, bizimle kalır mısın? demiş.

İhtiyar dülger tebessüm etmiş ve derin bir nefes aldıktan sonra:

— Evlat, kalamam. Benim işim bu. Hem daha kurulacak çoook köprü var…

Bunu söyledikten sonra kapıdan çıkmış. İki kardeşin birbirlerine sarılarak ardından buğulu gözlerle bakışını görememiş. Ağır adımlarla, yapacağı gönül köprülerini bulabilmek üzere yine yollara düşmüş ihtiyar dülger.

Yeni bir masalda buluşuncaya kadar hoşça kalın…

Yusuf Duru

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.