Nüfus Savaşı
Tarihsel süreçte benzer demografik kırılmalar, devletlerin askeri ve ekonomik gücünü zayıflatmıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri, bu durumun çarpıcı bir örneği. 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın nüfus artışı yavaşlarken, Rusya ve Avrupa ülkeleri hızla nüfuslarını artırmış ve güç dengesi Osmanlı aleyhine değişmişti. Örneğin, 1500’lerde 6 milyon olan Rusya nüfusu, 19. yüzyılda 90 milyona çıkarak askeri gücünü büyütmüştü. Aynı dönemde Osmanlı nüfusunun artmaması, askeri ve ekonomik olarak zayıflamasına ve topraklarını koruma kapasitesinin azalmasına yol açmıştı. Bu nüfus dengesizliği, Osmanlı’nın çöküşünü hızlandıran temel etkenlerden biri olmuştu. Bugünün Türkiye’si için de benzer bir tablo mevcut. Nüfusun azalması, ekonomik büyümenin ve uluslararası alandaki direncin zayıflamasına neden olabilir. Geçmişten alınacak dersler, bugünün küresel nüfus savaşları karşısında nüfusun korunması ve artırılmasının stratejik bir öncelik olduğunu gösteriyor.
Bugün Türkiye’de de benzer bir nüfus sorunu ile karşı karşıyayız. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre, kadın başına doğum oranı 2021 yılında 1,70 iken, 2022’de 1,63’e, 2023’te ise 1,51’e düşmüş durumda. Bu oran, nüfusun kendini yenilemesi için gerekli olan 2,1’in çok altında ve ülkenin gelecekte demografik güç kaybıyla karşılaşabileceğini göstermektedir. Ayrıca, ilk evlenme yaşı hem kadınlarda hem erkeklerde yükselmekte, boşanma oranları artmakta ve evlenme hızımız düşmekte. Tüm bunlar ortanca yaşımızı yükseltmekte. Şu an 34 olan ortanca yaşın 2100’de 52,2’ye ulaşacağı öngörülmekte. Yani, genç nüfus avantajımız hızla erimekte ve yaşlanan bir toplum olma yolundayız. Bu tablo gelecekte çökecek bir sosyal güvenlik sistemine, okulların ve çocuk parklarının yerine inşa edilecek huzurevlerine işaret etmekte.
Bu demografik sorun sadece Türkiye’ye özgü değil. Birleşmiş Milletler’in İnsani Gelişmişlik Endeksi’ne göre, ilk 50 ülkenin büyük bir çoğunluğunda kadın başına doğum oranı ikinin altında. Bu, nüfusun kendini yenileme kapasitesinin gerilediğini ve bu ülkelerde nüfusun giderek azalacağını gösteriyor. Mevcut gelişmişlik paradigmasıyla, geliştikçe yok olma yolunda ilerliyoruz. Dolayısıyla, bu gelişmişlik modelini masaya yatırmak zorundayız. Gerçekten böyle bir gelişmişliği mi arzu ediyoruz? İstisna olarak öne çıkan İsrail’in kadın başına doğum oranı 2.9’un üzerinde. Bu dikkate değer bir durum.
Son yıllarda dünyanın farklı coğrafyalarında yaşanan toplumsal değişimler, ideolojik propagandalar ve özellikle geleneksel değerlere karşı yürütülen sistematik saldırılar, sadece ülkemizin değil tüm insanlığın geleceğini tehdit eder hale geldi. Bu tehditlerin başında, toplumların temel taşı olan geleneksel aile yapısının hedef alınması, nüfusun azalmasına neden olan politikalar ve bu politikaların ardındaki küresel cinsiyetsizleştirme projeleri gelmekte. Küresel ölçekte yürütülen bu süreç, yalnızca bireylerin yaşam tarzlarını dönüştürmeye yönelik bir girişim olarak kalmamış, aynı zamanda toplumların sosyal dokusunu bozacak, nesillerin geleceğini tehlikeye atacak bir boyuta ulaşmış durumda. Özellikle, Gazze gibi çatışma bölgelerinde yaşanan insani trajediler ve bu çatışmaların nüfus üzerindeki yıkıcı etkisi, nüfus savaşının bir diğer acımasız yüzünü gözler önüne sermektedir.
Gazze’de Nüfus Savaşı: Demografik Hedefler ve İsrail Stratejisi
Bugün Gazze’de yaşananlar, yalnızca bir toprak mücadelesi ve askeri çatışma olarak değerlendirilmemeli. Bu durum aynı zamanda bölgede yürütülen soykırımın izlerini taşımakta. İsrail’in yıllardır sivilleri, özellikle kadınları ve çocukları hedef alan soykırım operasyonları, toplumsal yapıyı, aile birliğini ve demografik dengeyi sarsmayı amaçlayan işgal ve yağma stratejisinin bir parçası olarak yürütülmekte. Bu stratejinin vahim boyutları, özellikle 7 Ekim’den sonra doğan bebeklerin de bu kıyımda yer almasıyla daha belirgin hale geliyor. İsrail’in saldırılarında, yalnızca 7 Ekim’den sonra doğan 171 bebek de dahil olmak üzere 17 bini çocuk, 11 bin 378’i kadın olan toplam 42 bin 289 Filistinli hayatını kaybetti. Ayrıca, 900’den fazla aile tüm fertleriyle birlikte tamamen yok oldu ve binlerce çocuk yetim kaldı.
Gazze’deki bu katliam, nüfusun sürekli olarak azalmasına yol açarak Filistin toplumunun yeniden inşa edilme kapasitesini yok etmekte ve direnişi tamamen zayıflatmayı hedefleyen bir soykırım stratejisi olarak karşımıza çıkmakta. Bu, yalnızca bir savaş değil; bir nüfus savaşı ve soykırım. İsrail’in gerçekleştirdiği bu saldırılar, doğrudan Filistin halkını yok etmeyi amaçlamakta ve gelecek nesilleri hedef almakta. Bu vahşet, Gazze’deki demografik yapıyı yok etmeye yönelik bir soykırım stratejisinin parçası.
Nüfusa yönelik bu baskı Filistin’de askeri operasyonlarla yürütülürken dünya genelinde de geleneksel aile yapısına karşı yürütülen sosyokültürel terör saldırılarıyla paralel bir şekilde ilerleyerek insanlığın varoluşunu tehdit ediyor. Paris 2024 Olimpiyatlarıyla hayasız bir akına dönüşerek zirveye ulaşan LGBT propagandası gibi küresel cinsiyetsizleştirme projeleri, toplumların demografik yapısını kökten değiştirmeyi ve zayıflatmayı hedefleyen başka bir cephede yürütülen savaşın araçları olarak öne çıkıyor. LGBT propagandası, bireysel özgürlükler kisvesi altında toplumun temel direği olan aile yapısını hedef alıyor ve gençleri geleneksel aile kurma anlayışından uzaklaştırıyor. Bu tehdit, yalnızca aile kurumunu zayıflatmakla kalmıyor, aynı zamanda demografik çöküşle toplumların geleceğini tehdit eden bir nüfus savaşı aracı haline geliyor.
Günümüzde LGBT propagandası sadece ideolojik bir hareket olmanın ötesine geçip, Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarının beşincisi olan toplumsal cinsiyet eşitliği üzerinden kurumsal baskılarla desteklenen bir araç haline geldi. Şirketlere ve kurumlara uygulanan bu baskılar, yalnızca LGBT çalışanların haklarını savunmakla kalmıyor, ESG puan sistemi ve buna bağlı finansal enstrümanlar üzerinden bir dayatma halini alıyor.
Bu dayatmaların arkasında, Birleşmiş Milletler’in Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları arasında yer alan Toplumsal Cinsiyet Eşitliği (TCE) yer alıyor. Bu amaç, küresel ölçekte toplumsal cinsiyet eşitliği hedefini savunurken, şirketler üzerinde baskı oluşturarak, LGBT politikalarını zorunlu hale getiriyor. Bankalar, şirketlere verdikleri finansman desteği için bu tür sosyal politikaları bir ön koşul olarak dayatıyor ve böylelikle bu faaliyetleri meşrulaştıran bir sistem oluşturuluyor. Toplumsal cinsiyet eşitliği ideolojisi ile bu uygulamalar, aslında küresel finans sistem ve şirketler üzerinde büyük bir kontrol mekanizması kuruyor ve meşruiyet zemini olarak kullanılıyor.
Bu noktada asıl soru, bu baskılara karşı ne yapılabilir? İlk adımda; küresel finans sistemi ve uluslararası şirketler üzerinden uygulanan politikaların, toplumların geleneksel yapısına, aileye ve demografik dengelere verdiği zarara dair farkındalık oluşturulmalı ve bu olumsuzlukları ortadan kaldıracak stratejik adımlar atılmalı. İstanbul Aile Vakfı olarak bu süreçte üzerimize düşen sorumluluğun farkında olarak çalışıyoruz.
Yazar: İstanbul Aile Vakfı Araştırma Merkezi